Dehşet Dengesi

Yazar: Mehmet Ali Tuğtan

Dehşet dengesi (Balance of Terror), Soğuk Savaş sırasında süper güçlerin nükleer silahlanma yarışı sonucunda ortaya çıkmıştır. Teknik olarak nükleer silahlanma alanında kullanılan İngilizce Mutually Assured Destruction teriminin tam tercümesi, “Karşılıklı garanti edilmiş imha”dır. İronik bir biçimde, bu durumun insanlık için ne kadar tehlikeli ve mantıksız olduğunu gösterircesine terimin baş harflerinden oluşan kısaltmasının (M.A.D.) İngilizce’deki karşılığı “Delilik”tir. Dehşet Dengesi, olası bir nükleer çatışmada tarafların birbirlerinin nükleer saldırı ve karşı-saldırılarına M.A.D. nedeniyle engel olamayacakları, dolayısı ile sürpriz bir ilk saldırı yapmanın anlamsız olduğu gerçeğini ifade eder.

Dehşet dengesi, 1950’lerde hem Sovyetler Birliği hem de ABD’nin çok sayıda nükleer ve termonükleer başlığı mobil platformlara yüklemesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Dehşet dengesini ortaya çıkartan nedenleri şu şekilde saymak mümkündür:
i) nükleer başlıkların sayı ve tahrip gücündeki artış,
ii) nükleer başlıkların giderek daha mobil platformlara aktarılması,
iii) kıtalararası balistik füzeler ve çok başlıklı balistik füzelerin yaygınlaşması ve
iv) balistik füzelere karşı etkin bir savunmanın geliştirilememesi.

İlk olarak ABD tarafından üretilen uranyum ve plütonyum bazlı nükleer silahların sayısı, 1945’ten itibaren hızla artmış, Ağustos 1949’da Sovyetler Birliği’nin de kendi atom bombasını başarıyla test etmesi sonucu nükleer yayılma başlamıştır. 1952’de ABD, ardından Sovyetler Birliği’nin termonükleer başlıklar (ya da daha çok bilinen adıyla hidrojen bombası) geliştirmesi, nükleer silahların o zamana dek kilotonlarla ölçülen tahrip gücünün megatonlara çıkmasına neden olmuştur. 1960’ların başına gelindiğinde her iki tarafın da elinde bazıları onlarca megaton gücünde binlerce nükleer savaş başlığı birikmiştir. Bu başlıkların kullanılması, dünya üzerinde bildiğimiz anlamda uygarlığın sona ermesi için yeterli olacaktır.

Bu gelişmelere paralel olarak ABD, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Nazi Almanyası’ndan devraldığı teknoloji ve özellikle Wernher von Braun liderliğindeki bilim insanlarından oluşan kadrolarla, kısa ve orta menzilli balistik füzeler geliştirmeye başlamıştır. Nazi Almanyası’nın roket teknolojisinden önemli parçaları ele geçiren Sovyetler Birliği de kendi balistik füze programını geliştirmiştir. Ekim 1957’de Sovyetlerin Sputnik 1 uydusunu yörüngeye fırlatması ile başlayan kıtalararası balistik füze gelişimi, nükleer başlıkların düşman hedeflerine ağır hareket eden ve kolay vurulabilen stratejik bombardıman uçakları ile ulaştırılması gerekliliğini ortadan kaldırmıştır. Balistik füzelere karşı etkin bir savunma olmaması, bu platformu nükleer başlıkların hedefe ulaştırılmasında son derece etkili bir araç haline getirmekteydi. Fakat başlangıçta, balistik füzelerin sabit silolardan uzun bir hazırlık süresinden sonra ateşlenebilmesi, balistik füzelerin bizatihi kendisini kolay hedefler haline getiriyordu. Bu zaaf, mobil platformların yaygınlaşması ile giderilmiştir: ABD’nin Eylül 1954’te ilk nükleer tahrikli denizaltı olan USS Nautilus’u (SSN-571) denize indirmesi, nükleer başlıkların hedefe ulaşmasını sağlayan platformların hız, menzil ve gizlenme yeteneklerinde radikal artışlara yol açmıştır. Sovyetler Birliği de ABD’yi takiben kendi nükleer balistik füze denizaltısı programını geliştirmiş, ayrıca tekerlekli araçlar üzerinde taşınan gezer balistik füze platformlarını da kullanmaya başlamıştır.

Nükleer silahların saldırı kapasitesinde bu gelişmeler yaşanırken balistik füzelere, hatta yüksek irtifadan uçan stratejik bombardıman uçaklarına karşı etkin bir savunma geliştirilememiştir. Bu gelişmeler sonucunda, 1962 yılında yaşanan Küba Füze Krizi sırasında da görüldüğü gibi, tarafların birbirlerine karşı girişebilecekleri sürpriz bir ilk vuruşun (first strike) sonuçlarının yıkıcı olacağı biliniyordu. Soğuk Savaş’ın soğuk kalmasının en önemli nedeni, bir sürpriz saldırının dahi karşı tarafın nükleer karşı-saldırı, yani ikinci vuruş (second strike) kapasitesini tamamen yok edememesidir. Zira başarılı bir ilk saldırı dahi, rakibin mobil platformlardaki nükleer silahlarını tamamen yok edemiyordu. Ardakalan bu nükleer kapasite ise yıkıcı bir karşı saldırı için yeterli olacaktı. Bu da tarafların birbirlerini karşılıklı olarak imha etmelerini garanti altına almaktaydı. Nükleer başlıkların stratejik bombardıman uçakları, balistik füzeler ve nükleer denizaltılardan oluşan üç farklı platform sayesinde hedeflerine ulaştırılabilmesine nükleer üçleme (nuclear triad) denildi ve nükleer üçlemeye sahip ülkelerin sürpriz bir birinci vuruşa maruz kalsalar bile karşı-saldırı kabiliyetlerini ellerinde tutabileceği öngörüldü.

Şekil: Nükleer Üçleme

Bir kez oluştuktan sonra Dehşet Dengesi, her iki tarafın da nükleer stratejilerine yön vermiştir. Bu çerçevede, 26 Mayıs 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Anlaşması (Anti-Ballistic Missile Treaty ABM) dehşet dengesini Soğuk Savaş boyunca devam eden istikrarın köşe taşlarından biri haline getirdi. Anlaşma, her iki tarafın da balistik füzelere karşı etkin savunma sistemleri araştırma ve konuşlandırmasını kısıtlayarak, birbirlerinin balistik füze saldırılarına karşı açık durumda kalmalarını, böylece de dehşet dengesinin sürmesini sağlamaktadır. Böylece ne ABD ne de Sovyetler Birliği, sürpriz bir birinci vuruş ile rakiplerini yenmeyi umamamakta, böylece Soğuk Savaş “Soğuk” kalmaktadır.

1980’lerin başında ABD’de Ronald Reagan liderliğinde iktidara gelen yeni sağın temsilcileri, Sovyetler Birliği ile 1970’ler boyunca devam eden yumuşama ve birlikte yaşama ilkesinin, Sovyetlerin lehine işlediğine inanıyorlardı. Yeni sağın İngiltere’deki lideri Margaret Thatcher’in ifadesi ile, yeni sağ için çevreleme tatmin edici bir çözüm değildi, Sovyetlere komünizmin kapitalizm karşısındaki yetersizliği uygulamalı olarak gösterilmeliydi. Ronald Reagan, “Şeytan İmparatorluğu” (Evil Empire) olarak tanımladığı Sovyetler Birliği’nin ve komünizmin tarihin çöp kutusuna atılması gerektiğini savunuyordu. Bu çerçevede ABD ve müttefikleri, Sovyetler Birliği’ne karşı saldırgan bir politika gütmeye karar verdiler. Özellikle Sovyet ekonomisinin silahlanma yarışının maliyetleri arttırılmak suretiyle iflasa sürüklenmesi için savunma harcamalarını hızla arttıran ABD, Stratejik Savunma İnisiyatifini (Strategic Defense Initiative SDI) ilan etti. Popüler adıyla Yıldız Savaşları olarak anılan bu girişim, ABD’nin kara, hava, deniz ve hatta uzay platformlarından oluşan bir balistik füze savunma sistemi kurmasını öngörüyordu. Dehşet dengesinin bozulması anlamına gelecek bu gelişme, Sovyetler Birliği’nin başarılı bir karşı saldırı kabiliyetini elinden alabilirdi. Ancak SDI geliştirme aşamasındayken Varşova Paktı ve ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaşın sona ermesine yol açtı.

Dehşet Dengesi, Soğuk Savaştan sonra gündemden düşse de aslında nükleer güçler arasında devam eden barışın önemli bir köşe taşı olmaya devam etmektedir. ABD 2002 yılında ABM anlaşmasından çekilerek Ulusal Füze Savunma projesini hayata geçirmek üzere Füze Savunma Ajansı’nı kurmuş ve müttefikleriyle birlikte bir balistik füze kalkanı inşasına girişmiştir. Bu gelişme, Rusya ve Çin’in nükleer postürlerinde ciddi değişikliklere yol açarken her ikisinin de füze sayı ve tiplerini arttırmalarına yol açmıştır. Günümüzde ise ABD, Çin ve Rusya tarafından operasyonel olarak kullanılmaya başlanan hipersonik füzelerin geliştirilmesi, füze kalkanlarının dehşet dengesini bozması önündeki en önemli engellerden biridir.

Dehşet Dengesinin özünü başarılı biçimde anlatan bir karikatür.
Füzelerin üstündeki uyarı: “Hiçbir durumda kullanılamaz, çünkü düşman misilleme yapabilir”.
Kaynak: Tremr, space to think https://www.tremr.com/chris-barton/mutually-assured-destruction-the-cold-war-theory-keeping-india-and-pakistan-away-from-each-others-throats

Daha fazlası için:

Okuma Önerileri

İzleme Önerileri

  • Film: Dr. Strangelove: Or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb, 1964.
  • Kısa Video: izzitEDU “Mutually Assured Destruction” https://www.youtube.com/watch?v=gVunlJOyfB0 (Erişim Tarihi: 20 Kasım 2020).

Dinleme Önerileri